


fas
04/23
Rabat

Aylar süren kronik rahatsızlıklar ve yıllar alan bedelli hizmetin ardından, aksıra-yana, bir seyahate daha sürükledim kendimi. Temiz bir sayfa… yeni bir çağı başlatacağını umuyorum bu gezinin yaşamımda.
Ramazan ayında Fas’tayım. Her yazig’e yakışacağı gibi, uygunsuz vakitte iş peşindeyim. Gece uçağı ve seher treni akabinde, başkent Rabat’a vardım. Sahurdan kalanlarla rızkını arayan sinekler dışında kimsecikler yok.
Fransızların himayesi altında iken inşa edilmiş olan yönetim binaları beğenmiş olacak ki, bağımsızlığını ilan edince krallık, Rabat’ı başkent bellemiş. Romalılardan beridir nice medeniyetin ev sahipliği yaptığı bu ülke, birçok isim de değiştirmiş. Osmanlı döneminde Fes krallığı hudutlarına vararak, tanışık olduğumuz bu ülkeye günümüzde dahi Fas diye adlandırırken bizler; ecnebilerce ismi Maroc (Morocco) iken; yerel ve Arap camiasında ülkenin adı Mağrip(batı).
Wad Nehri’nin, Atlantik Okyanusu’na döküldüğü ağızda, surlarla çevrili, leziz mi nezih bir şehir burası. Dar sokakları tezgâhtarlarıyla dizili şehrin yegâne sinir bozan tarafı tavukçuları. Henüz kesilmiş yahut yolunmayı bekler vaziyette, kafese istifli hayvanların kokusu rezalet. Neyse ki mütemadiyen esen okyanus meltemi tazeliyor havayı. Kumaşçılar, manavlar, kilciler, tekstilciler, terziler, nakkaşlar, kuyumcular, balıkçılar bir yana; nadir de olsa el işi çinicilerle dolu “souk”lar (dükkanlar). Ahali bütün tedarikini bu pazar tezgâhlarından karşılıyor. Süpermarkete ihtiyaç duymayan on binlerce insan, birbirinin elinden geçinip, bir diğerine sermaye sağlıyor. Ruhsuz, suretsiz market devlerine tamah etmeden yerel ekonomi bir ülkenin başkentinde bile cıvıl-cıvıl cereyan ediyorken, ister istemez kendi ülkemin halini düşünüyorum. Kasabaları geçtim, her köye mıhlanmış market zincirleri yüzünden, iman’î ekonomimiz toptancı insafına talim iken, geçinemeyen çiftçinin yaktığı mahsuller içler acısı. Efendim yersiz bir dipnot verelim: Türkiye’de üretilen tarım ürünlerinin %20 sinden fazlası tüketilmeden çöpe gidiyormuş. %10 gibi bir miktar ihraç ediliyor ve %5’e yakını artıklarımızmış. Tarım ürünlerimizin neredeyse %40’ından nasiplenemiyormuşuz, , , öyle…
Neyse Rabat’a dönecek olursak; anlattığım lezizlik sur içinde, arabaya izin olmadığı sosyo-kültürel merkez olan “Medina”, yani eski şehir için geçerli. Sur dışında ise; bulvar ve meydanları haricinde(ki buralar da standart erken 20.yüzyıl koloni şehirlerin minvalinde) herhangi bir dünya şehri gibi.
Alelade dolambaç sokaklarda kaybolmuşken, birden bir açıklığa çıkıyorum. Okyanusa karşı bir burçta, vuruyor sert rüzgar. Atlas baba sırtlamış gökleri, savuruyor surlara. Şukela bir manzara. Ahbabı görmeyeli olmuş 11 sene, kudurup döküyorum kendimi sahile. Dalga kırandan hunilenen sular kırılıyor kıta sahanlığı dar kumsala, cümbüş cemaat futbolundan sörfüne eğliyor kendini. Kayalık burunda da bir fener, vermiş sırtını surlardan fokuran Rabat’a; Turner abi kırpı gözünü, verirdi hakkını tuvalin, diye düşünüyorum. Rabat’a dair en ilginci de bence, sur dibinden okyanus kıyısına kadar uzanan şehir mezarlığı. Sarılı-mavili boyanmış kabir taşlarıyla; bengi deryaya nazır, eski dünyanın sonunda, Atlantik’in tükürdüğü kırağı zerrelerini kıran akşam güneşinde, ışıyan rahmetliler. Gayri menkulün böylesi dostlar…
Daha eski ve şahsına münhasır bir güzellik için, yarınki treni bekliyoruz efendim.




Fes
Bizler için Fas’ı Fas yapan yerde, Fes’teyim. 12 asırdır genişlemek dışında pek değişmemiş bir şehir, hayran oldum. 8.y.y.da Emevi general Tarık Efendi, Afrika’dan boğazı geçip, Vizigotlar diyarı İberia’ya ayak basınca, geri dönmemek üzere gemilerini yakmış, denir. Abinin atarına istinaden, boğazda bulunan tepeye Cebel’i Tarık (Tarık’ın dağı) ismi de nakşedilmiş olur. Endülüs krallığı böylece kurulmuş ve Avrupa’nın erken aydınlanma çağı başlamış olur.
Bilirsiniz ortaçağ, Orkeolojik (eski seyir notlarında hatırlayanlarınız olacaktık, yarı uydurma kurguladığım bu çağrışım temelli bilim dalını) çevrelerce “köşe kapmaca çağı” olarak da bilinir. Kuzey Mağribi de elinde bir süre tutan Endülüs’e, Abbasiler olsun, Berberiler olsun dadanıp dururken; kaynak suyu olan Fes nehri kıyısında, Kartaca’dan(Tunus) kopup gelmiş İdris isimli başka bir abimiz, Endülüs’teki çatışmalardan kaçan mültecilerin sığındığı bu bölgeyi surlarla çevirip, Fes Medina’sını kuruyor. Sene 808, oğlu 2.İdris’in de eklentisiyle, nehrin iki yakasında Mağribi’n ilk camii ve medresesiyle, resmen bölgenin kalıcı ilk İslami medeniyetini başlatmış olurlar.
Şehir eski dostlar. Sokaklarında el arabası zor gezer, hatta yarısına giremez bile. Kalmakta olduğum evin sokağı omuz genişliğinde, hiç abartmıyorum. Herhangi bir terastan, şehrin sokaklarını görebilmeniz imkânsız. İftara yarım saat var, akşamsefası için çıkıyorum. Oruçlu değilim, fakat yemek bulmak için başka şansım yok. Nehri(çay artık) geçip, Andulus Mahallesine daldım. Tezgahtan iki ekmek çözüp, bir lokanta peşine düşüyorum. Bir kapıya danışıyorum, “burası kahve” diyor. “Yine de sen 10 dk sonra gel.” “Eyvallah.” Mahallenin gencü ve ahbapları elinde tepsi-tabak, bir-bir damlıyor mekâna. Türkiye’den olduğumu öğrenen bir grup, masasına davet ediyor. Tajin (kil tencere) tepesinde takkesiyle sofranın ortasında, ben de ekmek takviyesiyle bekliyoruz. Patlıyor camilerden “Allah’u Ekber”, sofradaki herkes cigara sarmaya başlıyor. Yemeğe henüz dokunan yok dostlar! Sürahide avakadolu ayran, fondip herkes ve akabinde duman altını buluyoruz. Nihayet ekmekler kırılıp, Tajin’e banıyoruz. Muazzam cömert ve hoşbeş insanlar. En gencüleri (ben sandım 14, meğer 21 yaşındaymış) “Limon” lakaplı, bana pek sarıyor. “ Ben de Zeytuni” Kara zeytin derler bana. Derdi İspanya’ya kaçmak. “İyi kardeşim, şuracık” dedim. “Yok” dedi. “Türkiye’ye gelip, Yunanistan’dan gireceğim.” O kapı sakat, sınırı geçeni vuruyorlarmış, diyorum. Abhaplardan biri kubarı uzatırken; “Limon zaten ölü…Burada doğdu” diyor. “Sen ona yardım eder misin, Türkiye’ye gelse?” “Beni de almıyorlar ki vizesiz Avrupa’ya kardeşim. Nasıl yardımcı olabilirim?” “Sen ona Avrupa’yı göster, gerisini çözer.” “Başım üstüne kardeşim.”
“Türkiye’nin neresindensin?” “İstanbul.” “ … ” Kardeşimin yolu uzun, henüz İstanbul, Türkiye ile özdeşleşememiş zihninde. Avrupa’nın asya kapısı kadar, Afrika kapısının da Bab’ı Dar olduğunu görmek hiç şaşırtmıyor. Lakin bu akşamın devamı sağ olsun, eksik kalmıyor.
Yemekten kalkmadan, ikram edilenleri takdim edeyim: Avakado Lassi, Tajin’de soslu köfte göbeğinde göz yumurta, yeşil zeytin, havuç-portakal suyu, kahve ve zatı muhterem Fas kubarı. Velhasıl kalktık sofradan, geziniyoruz mahallede ve Limon beni bir binaya götürüyor. Karanlık merdivenden, yerel başka bir kafeye giriyoruz. Daha da özelinde, mor ışıklı televizyon odasına. Üç adam koltukta chill ötesi kurulmuş, sanırım oruç bozmaya dahi tenezzül etmemiş. Tv’de Faslı bir kardeşin “Global yorum içerikli” youtube kanalı oynuyor. İngilizcesi şukela bir kardeş damlıyor ki içeriye, sağ olsun İdrid’ten mevcut krallığa kadar Fes’in tarihini döküyor bana. “Yarın seni nerede bulurum?” “Ben Andulus’tan çıkmam bro” Fevkalade gurur duyuyor “Fes El Bali (eski Fes)” ile. “Burası dışında beni Marakeş paklar anca” diyor. Diğerleri yeteri kadar köklü değilmiş… Okumuş olanı Fes’i yüceltirken, toy olan ise Avrupa’nın çöpü olma peşinde. Aynı surlar içinde… Kahvenin duvarlarında yazanları tercüme etmesini istedim vakur kardeşimden: “Cehaletin karanlığında, ihsanın aydınlığına körsündür.” “Özgür hissettiğin kadar yaşarsın.”
Yeniden bir iftar, imamlar çığırdı (nitekim çığırıyor mübarek burada). Odadan saldım dışarı, merdivende hostelin sahibi tutuşturdu elime çorba tenceresini,
terasta altı milletten insan sofrasında
oruç bozuldu.
Sanma dil tutuldu,
Dolunay talihi yine tatlı dokundu.
Durdu bildiğin günler,
ünü surunda şehirler yüceltildi
yerini seven insanlar görüldü…
Örüldü sokaklar.
Fatma ve Meryem bacılar
Birer cami yaptılar
Göz kitaba kavuştu.
Dolunay talihi
Gümüş yürekli ilimler doğurdu.
Sene 859,
Helal olsun bacılar.
Efendim zanaatkârları meşhur Fes’in, ve el işçisidir hepsi de. Bakırcıların çekiç çınlaması kesilmez, lakin dericileri en meşhurudur. Tabakhanede hazırlanan deriler, sırtta terasların yolunu tutar. Peşi sıra torso derinliğince çukurlarda, doğal pigment ve tuzlu solüsyon içerisinde yiğitler tarafınca çiğnenir. Sarıdan kırmızıya, kahvenin nice tonunda ezilen deriler, güneş altına serilir. Suluboya kutusunu andırır bu teraslar, fırçası insan kalçalarıdır… Kesif bir güvercin dışkısı/dana sidiği/kireç/tuz kokusu gün boyu mütemadiyen Fes’i tütsüler.
Günler kaybolarak geçer bu şehirde. Ben ki doğal GPS algısı iyi birisiyimdir, Kuzey yönünde yürümeye başladım, bir buçuk saat sonra farkına bile varamadan, başladığım yerde buldum kendimi. Üç günde bellenecek bir yer kesinlikle değil. Başka bir yere de açıkçası benzemiyor. Mağrib’in en eski ve eşsizi olduğu kesin. Biricik, diyebiliriz.
Bir günü de Fes Jdid’de (yeni Fes) dolanıyorum. Yeni dedimde, 12.y.y. civarı, ana surların batısına eklenti bir halkayla kurulmuş mahallenin sonu is Kral Sarayı ve devasa bahçesiyle son buluyor. Sokakları ve çarşısı bir nebze daha geniş olan mahallenin farkı ise, ahşap cumba ve balkonları.
Enteresan son bir nokta ise, sabah ezanından evvel, medinada kol gezen katırlar. Hanelerin sokağa bıraktığı çöpleri, heybelerinde sur dışına taşımakla mükellif onlarca katır. Uysal yine de cakalılar efendim, saygılar…








Merzouga
Tropik, verimli topraklarda dilenen yaşlı bir kadını sadakasız koydukları için,
Allah kumlar altına gömdü onları.
Atta’ya aid olanlar tuttu kervan yolunu sonra ( Atta’ya gitti denir ya bizim halk ağzında, çok uzaklarda olan Sahra kavimlerinden türemiş olabilir bu betimleme). Fas’ın en geniş yeraltı su havzasına sahip bölgesinde, Marzouga kasabasındayım. Sahra’nın eşiğinde, kömürden de kuru, turuncu bir çöldeyim. Kerpiç dörtgen evleri ve Arap Yarımadası’na kadar uzanan kum tepeleri… nefesim fırından kurumlu. Sarının kırk tonu burada her şey, yeşil olan tek yaşam formları ardıç ve hurma ağacı. Bölgede zeytin de yetişiyormuş efendim.
Amazigh (Berber) diyarlarındayım. Yeri gelmişken, resmi tazyikli atarımızı girelim: Fas’ta üç resmi dil mevcut; Arapça, Berber ve Fransızca. Ortak dil arapça, çünkü bir arap krallığındayız. Atlas Dağları ülkeyi Kuzey Doğu’dan, Orta Batı’ya doğru bir hançer gibi böler efendim. Erken İslam kavimleriyle gelen arapların bulunduğu akdeniz yakası ve kuzey okyanus şeridi bir yarım iken; Berber halkın yedi bin yıla yakındır yaşadıkları Sahra ve güney okyanus yakası. Cezayir’de keşfedilen kaya resimleriyle teyit edilmiş; şecere gen araştırmalarıyla da, erken Afrika ve taş çağı yakın doğu genleri taşıdıkları görülmüştür efendim. Antik Mısır’ın doğuşuna tanık bir ırktan bahsediyoruz dostlar. Herkül’ün Afrika’ya geçişini de, Hannibal’ın İberia’ya geçişini de, Tarık’ın ortaçağı başlatan fethini de, Osmanlı’nın geçemeyerek aydınlanma çağını başlattığını da görmüş Berberler… eskiler, çok eski. Arapça konuştuklarını görüp, arap sanma gafletine düşmeyin. Tamazight (Berber lisanı) dilinin bir de yazı biçimi mevcuttur ki havasından geçilmez. Nüfusun kendisi dahi neredeyse yazmayı beceremez.
Neyse dostlar, gelgelelim beni sabah yedide otobüsten indirdik Merzouga’da, dün öğlenden beri bir şey yememişim(ters oruç tutuyorum nitekim:). Kalacağım yere çantamı bıraktım ve terlikle arka kapıdan çıktım. Turuncu tozdan tepeler ve fizanda buğulu bir kum dağı. Kıtanın öbür ucuna kadar uzanan salt kum. Bana kal geldi, bir tepeye çömdüm. Bir bok böceğiyle muzumu paylaştım ve komşu tepeye konan bir kuzgunla muhabbet ettim. Üçümüz de karayız ve bu topraklarda bu hiç sorun değil… (ne düşündüğünüzü biliyorum: “gittiği her yere de bir kuzgun uydurmasa olmaz” diyorsunuz. Vallahi gerçek.) Nerede bana kal gelse, orada bir kuzgun hep bitiyor…
Kaldığım yerleri size böyle allı-ballı anlatıyorum, sanmayın çok para bayılıyorum. Gittiğim yerlerin hep en ucuz konaklamalarını seçiyorum. Şöyle söyleyeyim; bir haftadır Fas’tayım, henüz 100$ harcamışım. O yüzden gezmek geliyorsa gönlünüzden, paranın sizi geri tutmasına ne olursunuz razı gelmeyin. Biraz yorulmayı göze alın, yeter.
Çöl başında eski bir kervansarayın avlusunda bulunan Berber çadırında yatıyorum. Günlerim güneş hükmünde burada. Sabahtan biraz kum tepip, kahvaltı için meydana yürüyorum. Öğle vakti avluda, akşamüzerini yazarak beklemekle geçirirken; 17.30 gibi çöle girip, güneşi batırıyorum. Akşam yemeği evde yahut meydanda, gece ise yine avluda muhabbetle geçiyor. Seferi zerre, tevazu ve kahkaha ile seğirtiyorum, kimi bulabilmişsem kelâma ortak.





Tinghir
Tan vakti açtım gözleri, yaptım bir çay ve aydınlanan çölü seyre çıktım. Gün kırılırken dahi sahra turuncu. Ay ışığında soluktur bir tutam, lakin hep turuncu. Sabah otobüsüyle Tinghir’e vardım efendim. Yüksek Atlas’ın çeperinde, çorak bir sarının içinde, kerpiçten bir kasaba. Todgha akarsuyunun dağlardan taşıdığı suyu, vadi havzasına devşirerek, suyun çeperlerinde vahalar yaratmış bir yer burası. Dağdaki kanyonun çıkışından başlayıp, kırk küsur kilometre boyunca, su tamamen vadi tarafından emilip bitene kadar devam eden fokur mu fokur yeşil bir vaha. Palmiyeden zeytine, ıhlamurdan orta yapraklısına kadar ne varsa mevcut. Eski çağdan beri Berberlerin kerpiçten kurdukları medinalarla döşeli, kıvrılıp giden vadi etekleri.
Tinghir merkeze yakın, vahanın tam ortasında, kireç taşından bir tepede, yıkık-dökük bir kerpiç medina vardır ki, inanılmaz dostlar.
[Üzülerek bildirmeliyim ki, emanet getirdiğim kompakt fotoğraf makinası, bir arıza sebebiyle kör kaldı ve resim çekemiyorum artık. Yoksa şuracığın bir portresini kesin döşerdim bilirsiniz. Asıl bu noktadan sonrası için ihtiyacım olan kamerayı kaybetmiş olduk, geçmişler olsun.]
Velhasıl, nehir yatağından geçip bu harabeye dalıyorum. Bir zamanların dar sokakları toprak patikaya dönmüş, yılıp-çöken evler kapatmış kimini. Altını üstüne getirip, medinanın gizinden nemalanıyorum. Adını da, tarihini de bilen yerel yok. Savaş tahribatı mı, atıl mı bırakılmış bilinmez, fakat bölgenin en şukela yerinde, harabeleri arasında yaşayan birkaç orta afrikalı göçmen aile dışında, buranın farkında olan yok gibi sanki. Bir görünüp, bir yiten çocuklar, dereden çamaşırları taşıyan bacılar ve betonla duvar yamayan ahbaplar… Berberlerin burnu dibinde, herkesten habersiz, beleş, yıkık bir cennet köşesinde. Gelişmiş bir memlekette olsak, Giza Piramitleri gibi turnikeye tutarlardı burayı… Demek ki medeniyet işiymiş pazarlama, insanı için de, toprağı için de.


Toubkal
Sabah yola koyulmak üzere, bir gece Marakeş’e geldim. Sokakları Fes’e göre daha geniş, motorsiklet gürültüsünden geçinemeyen keşmekeş bir şehir. Turisti gırla, bağırıp-çığıranı gırla, rezilinden en zenginine kadar her şekil ve çeşitte insanı barındıran bir şehir. Teraslarda gece huzurlu gibi. Ana meydanın iftar sonrası çalgı-çengi cümbüşü gece yarılarına kadar sürüyor.
Gelgelelim seyahatimin en kıdemli evresine. Yıllardır tırmanmak istediğim Atlas Dağlarının en yüce zirvesi Toubkal için, erkenden bir minibüse bindim. Zirveye ulaşabileceğim en yakın köy olan İmlil’e (rakım 1500m) gidiyorum. Geçen senelerde yalnız tırmanmaya çalışan iki turist hayatını kaybedince, hükümet artık rehbersiz zirve tırmanışına müsaade etmiyor.
Bir midibüs, bir minibüs ve bir taksi sonrası İmlil’e vardım. Şarıldıyor dağın eriyen karları, 3000m üzeri kar kaplı. Korkarım kramponsuz olmayacak zirve yolculuğu. Efendim çevre dağları da içeren, 3-4 günlük bir gezi dilemişti gönlüm. Fakat geçitler hâlâ buzla kaplı olduğundan ve malumunuz ramazan dolayısıyla herkes oruç tuttuğundan, ziyadesiyle yorucu olan bu rotayı yürümeye razı bir rehber bulamıyorum. Fakat Toubkal’ın zirve tırmanışı için 2 günlük bir sefer ayarlayabildim. Rehberim Muhammed ile sabah 10:30’da buluşacağız. Şu an için elma bahçesinde, zirveye nazır 1900m irtifada, Aroumd isimli köyde, bir terasta güneşleniyorum.
Rahat bir uyku ve güneşli kahvaltı sonrası, Muhammed ahbabımla yola koyuluyoruz. Volkanik kayalık olan bu dağın eteklerine doğru, dere yatağını takip ederek, vadi içine yavaş yavaş tırmanıyoruz. Fauna şimdilik salt ardıç ağacı. Bir saat boyunca yürüdükten sonra 2200m’deki şifacı bir mollanın kayaya oyulmuş mabedine varıyoruz. Cin çarpılmış Faslılar, mollayı ziyarete deva bulmaya geliyormuş. Zamanla 3-5 hanelik, mini bir köy bile kurulmuş, ismi Sidi Chamharouch.
Devam ediyoruz, ardıçlar tükendi. Her yer kaya ve eriyen karların şırıltısıyla bezeli. Dağın doğu yüzünden, kuzey yönünde eteklerini “tirbuşon”luyoruz. Yarım saatte bir, derme çatma istasyonlarda, içecek ve basit yemek servis ediliyor. Bu yürüyüşte yalnızım sanmayın. Patika insan dolu. Anladığım kadarıyla İspanya’da resmi tatil haftasıymış, her yerde İspanyolca ekolanıyor. Biz Muhammed kardeşle devam ediyoruz. 3 saat oldu tırmanalı ve 3000m lere yaklaşıyoruz. An itibariyle ben 2 litre su içtim. Sabahki kahvaltıyı saymıyorum bile. Gel gör ki rehberim, sahurdan beri azına bir şey koymadı. Adam Kuzey Afrika’nın en yüksek dağına oruçlu tırmanıyor dostlar. Kursağı kuruduğundan az konuşuyor, onun dışında Muhammed’de tık yok. Öğle namazını kılmak için mola verdiğimizde, bende sefer tasımı açıp, kuruyemiş ve peynir tırtıklıyorum. Devam efendim… dördüncü saatimizde artık kar irtifasına varıyoruz. Vadinin kapanıp, komşu dağın Toubkal ile birleştiği yere yaklaşırken, efil efil başlayan kar yağışı, kısa bir süre için de olsa tipiye dönüyor. 3000m ‘nin üzerindeyiz. Bir saat daha hafif eğimle tırmanıp, ara sıra kara da basarak, geçidin bulunduğu yere, Toubkal Refuge’una(3156m) varıyoruz. Örme taş, üç seviyeli Fransızlarca yaptırılmış bir sığınak burası. Giriş katında geniş bir mutfağa, iki yemek salonuna, oturma odasına ve ardiyesi dışında bir de rehberler yatakhanesine sahip. Bodrum katı tuvalet ve banyo iken, üst katı ise misafirler için dört adet yatakhaneye sahip.
Yüze yakın kişiyiz. Gün doğumundan önce herkes zirve tırmanışına buradan başlayacak. 3,1km yolumuz ve 1000m irtifamız olacak. Komün masalarda, hep beraber akşam yemeğini beklerken, şömine başında sizleri bunları yazıyorum. Nefesim ve bacakların sıhhatte. Dayanamayıp iki sigara bile içtim, özür dilerim. Siz dört yapın onu… Lakin bunca yabancının arasında yurttaş birini görmek isterdi gönül. Maalesef Anadolu buralara pek uğramıyormuş, öğrendiğim kadarıyla.
Gecenin dördü ve zifiri cebele uyanıyoruz. Ekmeğe peynir-reçel, iki bardak da çay ve hazırız. Kramponları kuşandık, kafa lambası yanık, çantada bere-atlı-kadife gömlek ve 1,5lt su. Muhammed’e danıştım yeter mi bu su diye, “tabi” dedi. Adam zirveye oruçlu tırmanıyor bir aydır, 1,5lt onun gözünde “tabi” olur.
Batımda yarım ay, doğuda tan henüz filizleniyor, önümde de fezadaki yıldızlara uzanırcasına Toubkal zirvesi. Zirveyi görebilmek mümkün değil, bedelini henüz ödemedim zira. Dökülüyoruz yola efendim, bismillah buzlu kar… ve zirveye kadar sürecek böyle, amansız bir eğimle hiçbir es vermeksizin. Henüz yarım saat tırmanmadık ki, göğsüme bir taş oturdu, basıyor ciğerime. Her yüz metre irtifada beş dakika soluklanma ihtiyacı duyuyorum. Bu sıkışıklığın beni zirveden alıkoyacağı korkusu derhal musallat oluyor. Kendimizi sürüklediğimiz fiziksel zorluklardan öğrendiğim tek bir şey varsa; sonunu getirebileceğimize dair güven duygusu. İnançla her badire atlatılıyor dostlar, keza göğsümde kuluçkalanan file alışmam uzun sürmüyor, bir saatin sonunda. Akla-karayı seçme tedirginliği pek tabi ruhunuzdan bir parçayı eritiyor bu süre zarfında, %30’un üzerinde bir eğimle 3300mlerde kramponla tırmanırken. Velhasıl irtifaya da alışınca kondisyonum, ara dinlence/seyir kaçamaklarıyla, birinci saatin sonunda ziyadesiyle keyif almaya başlıyorum. Fil üzerimden kalkıyor ve bunca yıldır hayalini kurduğum tırmanışın tatminini yaşıyorum.
Efendim objektifimiz; Toubkal ile Toubkal West zirveleri arasındaki boğazı tırmanıp, ikisinin kavuştuğu tepeden, son birkaç yüz metre irtifayı Toubkal’ın güney batı sırtından ilerleyerek, Kuzey Afrika’nın en yüksek noktasına varmak. Paçalı don üzerine baharlık pantolon, termal fanila, yün içlik, kadife gömlek, polyester rüzgârlık, buff, bere, eldiven ve kafa feneriyle başladığım tırmanışın 2. Saatini tamamlarken; boğazın tepesine neredeyse vardık artık ve efil efil seyiren rüzgâr, şiddetlenen bir istikrara kırıyor rotayı. Saat 7:30, doğan güneşin ittiği hava bütün Sahra’yı, Mısır’dan buraya kadar teperken; 3800metreye kadar dayanan kıyafetlerim, atkı takviyesine kavuşuyor. Sarıyorum beremin üzerine atkımı, kafam üşüyor sadece.
Bir an, sadece bir an
Toubkal’ın bıçak sırtındayım
Elimde baton, dikenli tabanlarımla.
Solumda iki saattir tırmandığım karlar, sağımda 1500 metrelik uçurum ve çöle uzanan dağ silsileleri. Nefesim yere düşüyor, gözüm kol yakalarıma takılıyor. Kahverengi kadife gömlek hiç sırıtmıyor.
Bir an, sadece bir an.
Herkes ve her şeyin yakıştığı bir dağda buluyor insan kendini.
Hatırlayın, 04:00’te uyandık. Yalandan atıştırıp, karanlıkta zirve tırmanışına başlayacağız. Kahvaltı sonrası tuvalete indim, bir hanımefendi makyaj yapmakla meşguldü. Benim tek derdim ise, zorlu yürüyüş öncesi rahatça sıçmak.
Toubkal’da ne ben bok koktum,
Ne de o daha güzel göründü.
Hepimiz dağ için oradaydık, zirve için. Başarabileceğine inanan, 10 yaşından 70’ine kadar her çeşit insan. Tırmanmayı sürdürürken, zirveyi görebiliyorum artık. Bahsettiğim hanımefendiyle karşılaşıyorum. Güçlükle nefes alıyor, durmuş. “yapabilirsin” diyorum. Kafasını kaldırıp zirveyi fark edince, gülümsüyor.
Yarım saatten az bir yolum kaldı. Başım iyi, nefesim fena değil, göğsüm hafif, bacaklarım sağlam. Sırtı bitirdim artık ve son beyaz düzlükteyim. %10 eğimle, keyifli bir halde, Kuzey Afrika’nın en yüksek zirvesi Toubkal’a (4167m) saat 8:30’da ulaşıyorum. Sırtımı verip kayaya, uçurumun eşiğine çömüyorum.
Evden getirdiğim Antep fıstığı, badem-ceviz, üzüm ve yaban mersini dolu sefer tasımı açıyorum. Çok bahtiyarım, çocuk gibi semiriyorum kuru yemişi. Çocuk kadar da duyguluyum. Yüreğimin tamiri Dico’ma sesleniyorum ve fokurduyor gözlerim coşkuyla. Masmavi gökyüzü, sert bir rüzgar, ve ben aşığım;
Hem sana, hem de taşa…
Efendim Anadolu’dan iz olarak, Antep kabuklarımı bırakıyorum Toubkal’a. Yıkılan kabuklarında yitip-yitiren herkese sabır-selamlar diliyorum.
Yaban mersinine gömülüyken, bahsettiğim hanımefendiyi zirveye varmış görüyorum. Başı dönüyor ve çatlıyordur kanımca. İki üzüm, üç mersin tutuşturuyorum avucuna. Yedikçe gözleri açılıyor, rahatlıyor. Biliyorsunuz dostlar, fotoğraf makinası çölde kör olmuştu. Sırf sizle paylaşabilmek için bir nebze gördüklerimi, zirveye kadar taşıdığım tabletimle birkaç fotoğraf çektikten sonra, geri dönmeye başlıyorum. Seke-seke her düşürdüğüm irtifayla daha geniş nefesler alarak, üç saatte tırmandığım zirveyi, bir buçuk saatte iniyorum.
Kampa vardığımda, saatim 10:25’i gösteriyordu. Soyunup ayaklarımı, yıkıyorum dağ suyunda. Güneşe serilip, bir sigara sarıyorum. Bir-bir zirveden inen gruplar varıyor, herkes dökülüp salıyor kramponları. Her suratta vakur bir mutluluk ve 3200 metrede insan adına tatlı anlar paylaşılıyor. Fakat gün henüz bitmedi, kamptan 11km uzaklıkta ve 1444m alçakta olan İmlil’e ulaşmam gerekiyor. Şu noktada müthiş yorgun değilim, lakin sağ diz kapağım ağrıyor. 2,5 saat sürüyor dağdan vadiye inip, köye ulaşmam. İşte şu noktada bacaklarım artık tutmaz durumdalar. Salt bugün 17,2km yürümüş, 3444m irtifa kat etmişim. “Tenmîrt, Muhammed” sen ki bu yolu benimle, damla susuz yaptın. Sana helal olsun.
Ertesi günü sizlere Marakeş’ten seslenirken; yürümekte zorlandığımı belirtmeliyim. Terasta 30 derece sıcaklıkta tüttürüp, güneşlenmekteyim bütün gün. Hâlâ çok bahtiyarım. Kafamı kaldırıp, uzaktaki Toubkal ve komşularının siluetini seyrediyorum. İnanılmaz gerçekten bir çift ciğer ve ayağın insana yaptırabilecekleri…










Marakeş
Keşmekeş… Arnavut sokaklar ve kahverengiyi korumuş bir şehir. Geri kalanı keşmekeş…. Tasmalı maymun, kobralı zurnacı, davullu şakşakçılar, seyyar tezgâhlar, ülkede üretilen ve pazarlanan her şey ve herkesin çığlıklar mutabakatıyla el değiştirdiği bir medina. Surların dışında ise gün boyu tavaf eden motorlu taşıt trafiği.
Benim için Marakeş, Kerim ve Nasir demek. Biri Berber, biri Arap. Medina’nın gözünde, “Kif Kif” isminde bir hostelin çalışanları. Perküsif geleneksel Berber türküleri çalıyor ilki; diğeri bezip çağdaş Arapça rap açıyor. Marakeş’te cereyan eden rayiha da sanki aynen böyle tınlaşım içinde. İkisi de cigaratör. Gündüz uyuyup, gece yaşıyor. İkisi de leziz insanlar.

Suvayr

Yine bir otobüsle, batı sahiline gidiyorum. İlerledikçe otobüs, solumda alçalıp, buğulanan Atlas Dağları. Duble asfalt yolda, dümdüz sürüyoruz. Fas’ta gördüğüm en jilet yol, üç saate varıyoruz Suvayr’a. Mola verdik bir ara ve acı bir kahve içtim. Pisi-pisi bir çarpıntı musallat oldu sonra, otobüsten inince taşa yığıldım. Titriyor ve bayılmak istiyorum, ağlamak ve boşalmak. Tâkatim tükenmiş ve kalp krizine doğru sürükleniyor gibiyim. Bilincim yerinde fakat kalakaldım öylece 1,5 saat istasyonda. Temizlikçi bir ablam el verdi de, ferime yeniden kavuştum. Hostelin yolunu tuttum. Beden mi yorgun, kalp mi özlem içinde, başım mı çorba, aşırı irtifa farkından mı, yoksa yaş mı kaldıramıyor artık… bilemiyorum. Bildiğim tek şey, bunu ikinci kez yaşıyor oluşum…
Efendim Rüzgârın Şehri diyorlar buraya. Sörf için insanların akın ettiği bu kıyı medinasının rengi beyaz, kapıları mavi, sokakları minnoş. Terasta oturmak mümkün değil, tekme-tokat çarpıyor rüzgâr. Faslı genç bir çiftle tanıştım hostelde. Şarap satın alabilmek için yabancıya ihtiyaçları vardı, yardımcı oldum. Ramazan olduğundan yerlilere alkol satışı yasakmış efendim. Bir restorana yürüyoruz beraber, bir şişe roze satın alıyorum, 26 Euro! Biri kuzeyden, diğeri güneyden olan bu sevgililer, ara sıra orta yol olan Suvayr’da buluşuyorlarmış. Ramazan olmasa, Carrefour’dan 5 Euro’ya satın alabiliyorlarmış, lakin aşk vakit tanımaz ve kumrular paraya kıymaktan çekinmiyor. Göğsümde hâlâ bir düğüm var, yarın hayattaysam eğer, devamını getiririm.
Kıta sahanlığı dar, kahverengi dalgaların sürekli sahile vurduğu bu uzuuuun kıyı şeridi; kumuyla olsun, rüzgârıyla olsun bana Şile’yi hatırlattı. 30 yıldır orada yüzmedim, burada da yüzmeyeceğim açıkçası. Sur içinde devasa iki manolya ağacı altında çay içerken şu an, bu şehrin beni en etkileyen tarafı dimdik uzanan Ladin ağaçları oluyor. En uyuz tarafı ise rutubet yüzünden sızlayan eklemlerim.
Yürümek rahat, yemek rahat, alış-veriş rahat… “Chill” dedikleri bu olsa gerek. Zaten efendim, buradan güneye doğru Agadir’e kadar, bütün sahil şeridi sörf camiasının nüfusunda yaşıyor. 20ler’inde gençlerin uğrak mekanlarından. “Az daha kalp krizi geçiriyordum” diyorum, bana gülüyorlar. O denli genç ve “chill” ler efendim.
Marakeş’ten pulman trenle Casablanka’ya, eve doğru giderken, hava çok sıcak dostlar. 18günlük seyahatimi bitirmek için iyi zamanlama. Önümüzdeki ay boyunca 45-50 ler’e tırmanacak sıcaklıklar burada. Lekeli beyaz zirvelerini seçebiliyorum Toubkal’ın, gittikçe uzaklaşıyor olsam da. Beş yıldır hayalini kurduğum dağa tırmandığım için çok memnunum. Eve dönmeye hazır hissediyorum. Ekmek kapısı bir tek tarla kaldı artık, yazmaya daha da ağırlık vermek niyetlerile, Fas kapısını kapatıyorum efendim.
Siz sağ, ben selamet… “ Şukran ve Tenmîrt ” e hadi bari, bir de “Merci” …



