

portekiz
20
24
Bundan önceki yazılar gibi bir gezi notu olmayacağını belirtmek isterim. Yine avare ve öngörülememiş kararlar ile dolu günler geçirdiğim doğrudur, fakat bu sefer tanımadığım bir dünyayı gözlemlemeye değil, onun parçası olmaya çalışıyorum. Göçmen bir çiftin ilk bocalamalarına dair notlar, diyebiliriz…

Porto
Porto’da üç gün seyahat. Alelade bir gezi misali yaşamı evde bıraktığın gibi değil… daha fazlası… evde bıraktığın. Yine de, Porto’da üç gün. Cibilliyetimiz amatör tatilciler gibi gözükebilir; 24kg iki bavul, 10kg sırt çantaları. Ranzada üç gün. Taksili, trenli karavan misali. Eşkâl: Tamirim ve Gizotti.
Porto’da kol kola
Bir elde harita
Birinde kamera
Biri ayak, biri göz
Köprüden yakalık,
İstavrit ve şarap.
Douro’dan limana
Yelkenlide meşe fıçılar
Tıpalar… tıpış tıpış sokaklar.
Taş, kilise ve nehir.



Tatil bitti. Bayır, taş sokakta omuz omuza binaların balkonlu bir odasındayız. Banyo hususi. Öğrenciler yurdunda, Hristiyan Üniversitesi Fakültesine bitişik nizam on gün. Dertsiz başına, yine bir o kadar yaptırımsız, fuzuli çığıran öğrenciler. Ağabeylik kulüplerin, bıyığı terlemiş delikanlılara, kendilerini kanıtlamak için sunmuş olduğu ayin sebebiyle; Savana’da bu ergenlik serzenişleri, önümüzdeki on geceyi bize zıkkım edirteceğe benziyor.
Çanlar… Tatil bitti.
Yeni bir dünyada bu asosyal kulunuz, on beş yıldan sonra kendisini, elinde telefon ve hafızasında numaralarla buldu. Bu birinci gün.
“Kitabına uy gizay”, “Lütfen” de, lütfen gizay.
Sonraki üç gün şehirdeki bütün bankaları tek tek gez gizay… lütfen gizay. Oturma izni olmadan açamazsınız. Kayıtlı adresiniz olmadan, kira sözleşmesi olmadan…
Hesap açamazdan ve bu çıkmazdan sıyrılamazdan, koca şehirde cebim kabarık, komando/gerilla göğsümde birikimim… Sabır, dikkat, öngör, gör-gör-gör. Çanlar. Kafa çınlar. Sokakta koku, tarz kokusu.
“Affedersiniz gencüler…” Lütfen gizay… “Nereden tarz çözebilirim acaba?” “Yok mu, olmaz mı?” “Doğru, meydanda kakalarlar…”
“Gel bro, ben vereyim.” İşgal evinde, Irak’ı ve Türkiye’yi tanıdığını zanneden hukuk öğrencisi kardeşimden ayrılırken “Freedom Kürdistan” diye çığırıyor. Nitekim öğrenciler Coimbra’da bağırmayı seviyor efendim.
Gördük ki banka kapıları bize kapalı, Dico bacıyla başladık ev avına. Sabah-akşam hostelde yemeği pişirip bir haftada 1000km, girdik-çıktık Coimbra bölgesinin her vadisine. Vesselam, kurtuluşumun bir İngiliz’in elinden olacağını düşünemezdim.

Coimbra






Fornoş'istan
İspanya sınırına yakın küçük bir kasabanın minnoş ve temiz bir köyünde; yarı İngiliz, yarı İrlandalı bir “single mom” ‘dan cüzi fiyata, çift göz bir ev tutuyoruz. Sağ olsun bize bir yıllık kira sözleşmesi yapmaya da razı oluyor. Muhtarımızdan mühürlü kağıdımızı da alınca, bürokrasinin düğümleri peşi-sıra çözüleceğe benziyor. Amma velakin büyük bir derdimiz var.
Vergi dairesini geçtim, nüfus müdürlüğü de tamam, sosyal sigorta numaralarını da aldık, bankanın “he” demesi de an meselesi. E hadi kasabaya yarım saatte yürüyoruz… Lakin en yakın kitapçıya en azından yarım gün yolum var ki, en yakın muktedir İngilizce satan, çağdaş bir kitapla aramda en az 250km var. Ve ben bu allahın unuttuğu köyde yaşamaya, yanımda sadece beş kitap ile geldim: Jung’un destansı başyapıtı “The Red Book”, Spinoza’nın “Ethica”sı, Şule Gürbüz’ün “Kıyamet Emeklisi 2.Cilt”, Roger Zelazny’den bilim-kurgu fantazyası “Lord of Light” ve ikinci yüzyılda Apuleius tarafından yazılmış “The Golden Ass”.
Patikalarda naralı kuşlar, tahlili tamam köy çeşmeleri, sobalık odun doğramak, sabahları fırın arabasını yakalamak, sessiz-nezih pencere mizanseni, uyuyan üzüm bağları, çamlar ve mimoza… Buram buram… O kadar da zor değilmiş. Fakat kulakta hâlâ bir çınlama. Şükür ayamda ağdalı çiçekler, vakumda bekleyen Bulam, Çelikhan… bi tiftiğe bakar, hazır vaziyette yarım kilo Anadolu tütünüm.
Yine de kulağımda maden havzasından taşan siyanürlü çamur, hâlâ harabe Hatay ve bundan gurur duyan bir cumhurbaşkanı…
Kulağımda hâlâ bir çınlama. Budanması gereken Heybeli, gübrelenmesi gereken fındıklar… kulağımda hâlâ bir Türkiye.
Çam odun pulları, komşuda doğranan barter karşılığı, yakacak dilimler ile birlikte çatırdıyoruz. Ocakta: Anadolu’dan bakır çay demliği, İngiliz düdüklü alüminyum demlik ve İtalyan moka pot. Gaz ve su Portekiz’den. Uygunsuz vakitlerde kayıttan çalan melodik kilise çanları korkarım artık asabımı bozmaya başardı. Güneş varmış yokmuş dinlemeden, kafasına göre çalıyor mübarek. Nitekim… kulakta hâlâ çınlama. Heybeli’yi sağ olsun Zadeler’in en Âli’si budamış. Gübrenin ivediyle köye ulaşması gerekiyor, bakınız şekil A4: Bir aydır cep telefonu kullanıyorum ve bir kıta öteden çiftçilik yapmayı başardım. Köyde adama en gayetinden okkalı bir “siktir” çektirecek bir hamledir, bu kabullenilmelidir… yutkunuyorum.
Bir ay oldu ve uğraşacak üç-beş bir şeyler bularaktan götümüzü ve eşkalimizi bölge insanına alıştırıyoruz.
Sırtımda koyun
Polaris cırcıra teslim
Çift sütun pirinçte
Bab-ı Fitil tütüyor.
Bahar dönümünde
Ömür de devriliyor.
Alemden ay batıyor,
Kayan yıldızın yerine de
Ormanın yeşili doğuyor.
Kan aynı kırmızı…
Rancosinho No:37
Sonraki üç hafta boyunca sabır taşını asit suyunda boğan bir fırtına ile tepetaklak buluyoruz kendimizi. Dilediğimiz dünyevi günahlarımızın en azından üççeyreğine öyle ya da böyle bir türlü kavuşamıyoruz efendim…
Kadırga
Çelik hapsetmemişken ateşi
Küstüren meltemi
Ve sabrı tükenen denizcileri düşünürken;
Yüzen bir mezarlıktır kadırga
Ve acı insan eti.
Yüzmekten uzağım… İvmem yer-yeksan
Ve yığma taş duvarlar ardından
Alaycı ıslığını işitiyorum fırtınanın.
Çeliğe hapsedilmiş insan kargoları
Nuh’un küskün harı
Ve kadırgalarımı titreten okyanusun sabırsızlığı.
Pürtelaş kapalı denizde
Birbirini yiyen halkımın
İvediliğinde güneşlenirken;
Yenil(en)dim bu eski dünyada
Birden geldiğim daha eski dünyamdan.
Yeni dünyaya sürüklenen eski dünya
Mahkûmları kadar da acizim.
Okyanusun bengi inadına
Boyun eğen taş bir köyde,
Araf’ta hapsolmuş
Anca baharda teslim edilecek
Odun ateşini bekliyorum.
Bütün kağıt işleri ve cici insan tasdiknameleri bu gün içindi… göçmenlik randevusu. Aynı gün başka şehirlerde girmiş olduğumuz bürolardan hevesimiz kursağımızda çıkıyoruz maalesef. Benimki gayet sakin ve rahat bir görüşme iken; Dico’nun randevusunun üç ay sonrasına ertelendiği haberini alıyoruz. Bunun üzerine dinmek bilmez bahar tufanı asabiyeti ve sekteye uğrayan Anadolu erzak tedariki. Bitmeyen ayaz yüzünden, hiç hesapta yokken yeniden komşuya, odun doğramaya mesai arayan iki Heybeliadalı. Bir taş evde en bulunmak istemeyeceğin mevsimdeyiz. Yaş ve soğuk taş kestirdi dizlerimize. Açıkçası romatizmayla burada tanıştım. Lakin meşeyle yanan sobalı günlerin keyfini unutamam.
Diz dize bir yastıkta kocamayı da burada öğrendim nitekim.
Yaşam üçüncü ayına girerken Tamirim ayağını tozlandırmaya Sevilla’ya doğru yola çıkma kararı alıyor. Göçmenliğin Araf Psikolojisi Dico’yu 1000km yürümeye iterken; ben ise dört çeker bir ahbap kovalıyorum. Uzaklarda aradığım nice olası araç sonrası, komşu köyde (yine gri renkte) 1994 model bir Nissan Terrano II buluyorum. İçine bir yatak, iki çekmece, bir de tezgah attık mı, sağlamız. Siftahı İspanya’ya sürerek Dico’yu 450km noktası olan Salamanka’da yakalıyorum. Karı-koca yine bilmediğimiz bir diyarda araba sürerken buluyoruz kendimizi… hastasıyız.
Dördüncü aya çekme karavan sahipleri olarak giriyoruz. 1990 model çift dingilli, yedi metreye yakın boyuyla Alman bir karavan. An itibariyle birikimimizin yarısını harcamış bulunuyoruz, durumlar fena değil. Bir İngiliz’den satın aldığımız ruhsatsız ve plakasız aracımızı, yine İngiliz bir taşımacı sayesinde, İrlandalı bir hanımefendinin tarlasına konduruyoruz. Yaz ortası itibariyle kalıcı meskenimiz budur. Meşe, kestane, çam, dere, gölet, tarih-öncesi-dönence-dikili-anıtları, nice kuş türü, güneş paneli ve kaynak suyu…
Bundan sonrası yaz itibariyle bildiğiniz terane, fındık macerası.
Siz sağ, biz selamet.







